Kanser hastalığına adını veren ilk hekim bütün dünyaca tıbbın babası olarak kabul edilen ve MÖ 460-370 yılları arasında yaşayan Hipokrat’tır. Hastalığın bir yengeç gibi sağa sola yayılmasından ötürü bu ismi vermiştir. Ancak kuşkusuz bu hastalık Hipokrat ile başlamadı muhakkak.
Ondan yaklaşık 2000 yıl önce yaşayan Mısırlı rahip ve hekim olan İmhotep yazdığı bir metinde memede oluşan bir kitleden bahsetmekte, elle yapılan muayenedeki kanser bulgusunu tarif etmektedir. Bu yazısında İmhotep hastalığa isim vermemiş ancak tedavi kısmına bir not düşmüştür; bu hastalığın tedavisi yoktur. Ondan yaklaşık 2000 yıl sonra yaşayan ve hemen her hastalığın barsaklarda başladığını söyleyen ve hastalığa ismini veren Hipokrat ise çağları aşan bir öngörüde bulunmuş ve şöyle demiştir. ‘’Kanser cerrahi ile kesin olarak tedavi edilemez, belki tıbbi bitkiler ve beslenme ile tedavi edilebilir’’ demiştir.
Hipokrat’tan yaklaşık 1500 yıl sonra MS 980-1037 tarihleri arasında yaşayan doğunun en ünlü hekimi İbni Sina ise kanser için ‘’tedavisi müşkül bir hastalıktır’’ ifadesini kullanmıştır.
Peki insanoğlu neden kanser oluyor? Acaba bu soruya insanlık tarihinde cevap verilebilmiş midir? Bergama’lı meşhur hekim Galen (MS 130-210) Yunani tıp geleneğinden hareketle kara safranın artışı ve melankolinin bu hastalıkla ilişkili olduğunu söylemiştir. Yani vücutta fiziksel ve ruhsal bir kirlenme halinden kaynaklanıyor demiştir. Konuyu bugüne taşıyıp biraz açarsak fiziksel kirlenme olarak vücuda gıdalar ile alınan insektisitler, pestisitler, ağır metaller, fungusitler ve benzeri birçok kimyasal toksinler sayılabilir. Ruhsal toksin olarak ise üzüntü, sıkıntı, çöküntü, hüzün, hayal kırıklığı vb. sayılabilir.
Tarihteki ilk gözlemler 17-18. Yüzyılda İngiltere’de yapılmış olup, özellikle baca temizleme işinde çalışan çocuklarda mesane kanserinin toplumun diğer üyelerine oranla çok daha fazla görüldüğü şeklindedir. Bu gözlemden bir süre sonra siyasi otorite çocukların bu işte kullanımını yasaklamış ve bu kanser oranı da belirgin şekilde azalmıştır. Bu olaydan sonra 19. ve 20. yüzyıllara geldiğimizde ise hastalığın nedeninden çok öncelikle cerrahi yöntemlerle tedavi üzerinde çalışılmış, daha sonra ise özellikle 20. yüzyılda radyasyonun keşfi ile tedaviye radyasyon eklenmeye başlanmış (radyasyonun kendisi bizzat kanser yapıcıdır), özellikle 2.dünya savaşından sonra değişik kimyasal maddelerin kullanılması ile kemoterapi dönemi başlamıştır. Bu arada yapılan bazı gözlem ve çalışmalar ile bazı virüslerin kansere neden olduğu saptanmıştır. Örnek vermek gerekjrse HPV kadınlarda rahim ağzı ve boynu kanserlerine sebep olabilmekte, Burkitt lenfoması denilen bir lenf bezi kanserine ise Ebsteinn Bar virüsü yol açabilmektedir. Ayrıca uzun süre devam eden hepatite yol açan hepatit C virüsü de karaciğerde kanser oluşumuna neden olabilmektedir. Acaba gerçekte kanser yapan bu virüsler mi, yoksa kişinin homeostazisinin bozulup hastalığa yatkın hale gelmesi mi kansere sebep oluyor, bunun üzerinde pek durulmamıştır.!
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi kanser çok eski çağlardan beri, muhtemelen insanoğlunun bu dünyada varoluşundan itibaren türümüzü tutan bir hastalık olarak görülmektedir. Peki ama insanoğlu neden kanser oluyor? Eğer kanser tedavisinde ciddi manada yol almak istiyorsak bu soruya maddi hiçbir kaygı gütmeksizin tarafsız bir yorum ve aklı selim ile tıp, biyoloji, tarih ve istatistik biliminden de faydalanarak bir cevap vermeye çalışalım.
Dilerseniz konuya önce Hipokrat ile başlayalım. Aforizmaları çağlar aşan bu hekim ne demişti ? ‘’ Bütün hastalıklar barsakta başlar''. Kanaatimce Hipokrat çok haklı. Şunu belirtmem gerekir ki kanser, çok eski çağlardan itibaren daha ziyade orta yaşı geçmiş veya yaşlı insanlarda görülen dejenerasyona bağlı olduğu düşünülen bir hastalıktı. Görülme sıklığı da %3-5 arasında idi. Yani oldukça seyrek görülen bir hastalıktı. Bunun nedeni de kanaatimce kanser hastalarında doğuştan itibaren var olan veya Galen’in zımmen ifade ettiği gibi aşırı miktarda zihinsel ve bedensel kirlenme ve bu kirlenme sonucu ortaya çıkan detoksifikasyon (zehirsizleştirme) işlemlerindeki yetersizlikti. Çünkü radyasyon, bedensel ve zihinsel toksinlerin bir çoğu oluşturdukları mutasyonlar ile öncelikle karaciğer enzim sistemlerinde bazı değişikliklere yol açarlar, arkasından atılamayıp vücutta biriken bu toksinler bağışıklık sistemini bozup vücutta uzun süreli bir yangıya yol açarlar, nihayet bu kronik yangı gün gelir kansere sebep olur. Eski çağlarda kirlenme çok az olduğundan kanser de çok az görülüyordu. Belki de bu kanser hastalarında Prof. Dr. Dan Burke tarafından keşfedilen, özellikle kanser hücrelerinde açığa çıkan ve aynı zamanda kanser hücresinde oluşan apopitozisi sağlayan CYP1B1 enzim sistemi bozuluyor ve ancak bu durumda kanser hastalık olarak görülebilir hale geliyordu. Çünkü Dan Burke kanser hastalarının sadece %4’ünde bu enzim sisteminin çalışmayıp bozulduğunu ve bu tür hastaların özelikle bitkilerde bulunan ve salvesterol denilen metabolitlere cevap vermediğini keşfetmişti.
Şöyle ki; buğday ekmeği bütün dünyada 19. yüzyılın sonuna kadar bugün ekşi maya diye tarif ettiğimiz bir yöntem ile ve tam buğday unundan yapılıyordu. Ayrıca henüz buğdayın kromozom sayısı değiştirilmemişti ve bütün buğday tohumları döllü idi. Yani her bir buğday tanesi ekildiğinde tekrar tohur veriyordu ve çiftçiler ürünün bir kısmını tohum olarak ayırıyorlardı. Ondokuzuncu yüzyılda buğday ile ilgili iki önemli keşif yapıldı. Önce buğday unu kepek ve rüşeyminden ayrıldı ve saf beyaz un haline getirildi. Yani rafine edilmeye başlandı ve arkasından Amerika’da mantar kökenli bugün hazır maya diye tarif edilen maya keşfedildi. Bu maya ile mayalanan hamur çok daha çabuk kabarıyor, pişirmeye hazır hale geliyordu. Ancak ekşi maya ile hazır maya arasında çok önemli bir fark vardı. Ekşi maya ile mayalan hamurun içindeki gluten proteinini oluşturan proteinlerden biri olan gliadin molekülü, bu mayadaki probiyotik karakterli bakteriler tarafından parçalanıyor ve dolayısıyla gluten çok çok az miktarda oluşuyordu. Ancak hazır mayada böyle bir durum söz konusu değildi ve kısmen nişastanın parçalanması sonucu oluşan karbondioksit gazı hamuru çabucak kabartıyordu. Gluten molekülünün ekmekte artmaya başlaması ve ekmek içinde prebiyotik liflerin kaybı, ekmekten kolayca alınabilen bazı vitamin ve iz elementlerin de yeterince alınamaması vücuttaki homeostazısın çok daha kolay bozulur hale gelmesine yol açmaya başladı. Tabi böyle bir beslenmenin insan hayatında yaratacağı olumsuzlukları görünür hale gelmeye başlaması da en az 40-50 yıllık bir süreç idi.
Amerika’da saf beyaz undan fırıncı mayası (fenni maya) ile yapılan ekmeğin yaygınlaşmasından yaklaşık 30-50 yıl sonra kanser oranları artmaya başladı. Hele bir de 1940’lı yıllarda buğdayda yapılan genetik değişiklikler ile içerdiği gluten miktarı iyice artan beyaz undan fırıncı mayası ile yapılan ekmeklerin tüketilmeye başlaması ile kanser oranlarındaki artış daha da fazlalaştı. Bu artışa şüphesiz özellikle 2. Dünya savaşından sonra hızla artmaya başlayan tarımda zirai ilaç kullanımı ve rafine beyaz şeker tüketiminin de eklenince bu artış oranı tavan yaptı ve bugün Amerika’da her 3 kişiden birinin hayatının bir döneminde kanser olacağı saptanmış durumdadır.
Ülkemizde ise beyaz undan fırıncı mayası ile ekmek yapılmaya başlanması 2. Dünya savaşından sonra Marshall yardımı ile başlamıştır. Beyaz ekmek ile beslenmek toplumda bir statü kabul edilmiş, hükümet bütün vatandaşlarına beyaz ekmek yedireceğini taahhüt etmiştir. Üstüne üstlük ilerleyen yıllarda ülkemize tarımsal ilaçlar da hızla bir giriş yapmaya başlamıştır. 1950’li yıllara kadar ülkemizde kendi tohumlarımızla üretilen buğday, bu buğdaydan elde edilen un kullanarak yapılan kepekli ekşi maya ekmek sayesinde her ne kadar ülkemiz zengin bir ülke değilse de kansere ve diğer kronik hastalıklara yakalanma oranları oldukça düşüktü. Nitekim 1950’li yıllarda yapılan Kore savaşı sırasında esir düşen Türk askerleri ile Amerikalı askerlerin aynı şartlarda ne oranda dayanıklı olduğu gözlenmiştir. Tamamen aynı çevrede ve aynı yemeklerle beslenen her iki asker grubu arasında hastalılardan ölüm oranı Amerikalı askerlerde çok daha fazlaydı. Bunun o zamanlar sosyal bir olgudan kaynaklandığına kanat getirilmişti. Şöyle ki, Amerikalı askerler hastalanan askerin önünden nasılsa öleceğini düşünüp yiyeceğini alıyorlardı, Türk’ler ise bilakis hasta olan arkadaşlarına kendi yemeklerini veriyorlardı. Bunun mutlaka ölümler üzerine etkisi olmuştur, ancak bugün gelinen noktada geriye doğru dönüp baktığımızda ise Türk askerlerinin ekşi mayalı tam buğday ekmeği yemesi nedeniyle daha sağlam bir bağışıklık sistemine sahip olduklarından dolayı hem daha az hastalandıkları hem de daha az sayıda öldükleri düşünülebilir.
Özellikle 1980’lerden sonra ülkemizde de Amerika’daki şartların oluşmaya başlaması ile birlikte önceleri yavaş yavaş, fakat son 10-15 yıldır çok hızlı bir şekilde bütün kronik hastalıkların görülme sıklığının artmasının yanında kanser görülme sıklığı da artmaya başlamış olup TC. Sağlık Bakanlığına göre gelecek 10 yılda bu oran %25’lere çıkacaktır.
Bütün bu toplumsal gözlemler de göstermektedir ki, kanser özellikle rafine karbonhidratların (beyaz ekmek ve şeker) tüketiminin artması ve de tarımsal ilaçların tüketiminin artmasına paralel bir hızla artmaktadır. Bu şartların geri döndürülebilir olduğu açıktır. Bu şekilde beslenme öncelikle barsakları, sonra bağışıklık sistemini bozmakta, bağışıklık sisteminin bozulması ile homeostazis (vücuttaki denge durumu) bozulmakta ve önceden hastalık oluşturmayan veya kolayca iyileşebilen hastalıklar, hem daha sık görülmekte hem de iyileşmemektedir. Kanserin ve diğer bütün kronik hastalıkların (diyabet, romatizmal hastalıklar, kalp damar hastalıkları, nörolojik hastalıklar gibi) artışı bunun tipik bir örneğidir.