İnsanların hayatında bazen keskin virajlar, yeni başlangıç noktaları, aydınlanma durumları vardır. Benimde tıp anlayışımın ve hayata bakışımın değişmesinde başlangıç noktam amansız bir hastalığa yakalanmam oldu. Bazı gerçekleri ancak bu şekilde kavramaya başladım. Önceleri yıllarca devlet memuru olarak, muayene hekimi olarak çalıştığım dönemlerde kronik hastalıkların neden radikal olarak tedavi edilemediğine ancak idare edilebildiğine (management) pek kafa yormadım. Yorma gereksinimi de hissetmedim. Zira kimyasal ilaçlarla hasta ve hastalıklar pekala idare edilebiliyordu. Zaten daha fazlasını isteyen de istemesi gerektiğini düşünen de yoktu. Hastalar ilaçlarını kullanıyor, doktorlar reçetelerini yazıyorlar, eczaneler ilaçları hastalara ücretsiz veriyorlardı. Hemen her aşamada harcamaları çok büyük oranda devlet karşılıyordu. Diyabet, romatizma, koroner arter hastalığı gibi kronik hastalıklara yakalananlara ömür boyu ilaç kullanmak zorunda oldukları fikri doktorlar, eczacılar ve diğer hastalar tarafından aşılanıyor, insanlar buna alıştırılıyordu. Kanser gibi bir hastalığa yakalananlar ise kaderlerine küsüyorlardı. Hastalıkların tedavisinde beslenme sanki hiç yer almazmış gibi davranılıyordu. Söylenen bazı beslenme önerilerinin de eksik ve yalan yanlış olduğunu bugün çok daha iyi anlıyorum. Tıp fakültelerinde doğru dürüst beslenme dersi yoktu, doktorlar eğitim hayatları boyunca uzmanlık yaparlarsa ancak bazı branşlarda o da yarım yamalak beslenme öğreniyorlardı! (Beslenme ve hastalıklar konusu çok derin olup daha sonra bu konularda daha ayrıntılı bilgi verilecektir.)
Daha öğrencilik yıllarımda patoloji derslerinde kanserleri okurken öğrendiklerimden şöyle bir kanaate varmıştım. Kanser olan bir kişi ölüm cezası verilmiş bir suçlu gibi infazını bekleyen bir insandı. Çünkü kanser olan kişilerde beklenen yaşam süreleri diye bir kavram öğretiliyordu ve buna sürvi deniyordu. Genellikle de bütün kanserler beş yıllık yaşam süreleri üzerinden değerlendirmeye tâbi tutuluyordu. Bu tür ve bu evredeki kanserlerde beş yıllık sürvi %50 veya %5 gibi. Romatizma, diyabet gibi diğer kronik hastalıklarda da kullanılan prognoz diye bir kavram vardı. Bu da hastalığın seyrinin ağır, şiddetli veya hafif olacağını tanımlıyordu. Prognoz kötü deniyorsa kişi bu hastalıktan ötürü ciddi sıkıntılar yaşayacak demekti. Bu gün geldiğim noktada anlıyorum ki bunlar Ortodoks tıbbın (Modern tıp) takıntılarıydı.
Araştırmalarımı yaparken öğrendim ki beslenme kişinin sağlık durumunu belirleyen en önemli faktörlerden biriydi ve çoğu zaman ciddi manada tedavinin bir parçasıydı. Beslenme ile kişinin barsak florası (mikrobiata) ile direk ilişkiliydi ve beslenme durumuna göre flora değişiyordu. Floranın değişmesi olumsuz yönde ise bu önce barsak duvar yapısının değişmesine, daha sonrada buna bağlı olarak oluşan ‘’sızan barsak’’ antitesi nedeniyle bağışıklık sisteminin değişip bozulmasına sebep oluyordu. Bu aşamadan sonra çeşitli tetikleyici unsurlar nedeniyle kişide diyabet, romatizmal hastalıklar, kalp damar hastalıları, hormonal bozukluklar (tiroid bezi, testis, over gibi) ve en önemlisi kanserler ortaya çıkıyordu. Öyle anlaşılıyordu ki birçok kronik hastalığın tedavisinde belli basamaklar ortak olmalıydı.
Gerçekten de konuyu derinlemesine araştırdıkça kanser dahil birçok kronik hastalıkta tedavi amaçlı kullanılabilecek beslenme şekli ve çoğu zaman kullanılan bitkiler ortaktı. Mesela bu bitkilerden en meşhuru zerdeçal idi ve hem kanserlerde hem de romatizmal hastalıklarda tedavide önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyordu. Yine zeytin yaprağı hem diyabet tedavisinde hem de kanser tedavilerinde işe yarayabiliyordu. Yapılan tedaviler ile modern tıpta iyileşmez denilen birçok hastalık kökten iyileşebiliyordu. Elbette her hasta iyileşmiyordu, ancak bunun pek çok sebebi vardı. Herkes tedaviye tam olarak uymayabiliyordu, beslenmesine dikkat etmeyebiliyordu, çeşitli sebeplerden iyileşmek istemeyebiliyordu, iyileşmek için yeterince çaba göstermeyebiliyordu ya da kişinin metabolizmasında düzeltilemeyecek bir sorun vardı veya hastalık bugün ki bilgilerimize göre artık geri dönülmez bir noktada idi, çok gecikmiş veya çok ağır bir vak’a idi. Ya da kullanılan ürünler yeterince kaliteli değildi.
Ancak bitkilerle tedavide elde edilen başarılar her şeye rağmen modern tıbbın hayal dahi edemeyeceği bir safhada olabiliyordu. Tabi ki modern tıbbı hepten dışlamak gibi bir niyetimiz yok. Modern tıp geçmişte hayal dahi edilemeyecek teşhis yöntemlerine sahipti. Hele bazı yöntemler uzay çağı teknolojileri idi ve insanın iç organlarını ve bu organların çalışmalarını gösteriyorlardı. Örnek vermek gerekirse MR, bilgisayarlı tomografi, ultrason, ekokardiyografi gibi görüntüleme yöntemleri ve envai çeşit kan tahlilleri. Ayrıca travmalarda ve akut hastalıklarda hakikaten çok büyük ilerlemeler kaydedilmişti, cerrahi yöntemler çok gelişmişti. Bu sayede bir çok insanın hayatı kurtulmuştu ancak kanser dahil kronik hastalıklar söz konusu olduğunda aslında tedavide çok fazla bir ilerleme bazı istisnalar dışında sağlanamamıştı.
İşte bu nedenlerle kendimce yeni geliştirdiğim tıp anlayışımda modern tıbbın da her türlü imkânından yararlanarak kadim tıbbın imkânlarını da reddetmeden ve özellikle fitoterapiyi kullanarak hastalıkların öncelikle oluşmalarının engellenmesine ve ardından oluşan hastalıkların tedavisine yönelik bir anlayış geliştirdim.